Rüyalar, Hafıza ve Tutsak Zihin: Ficowski, Schulz ve Miłosz Arasında

Jerzy Ficowski ve Bruno Schulz portresi

Jerzy Ficowski ve Bruno Schulz’un düzyazılarında, rüya ile uyanıklık arasındaki sınırlar kasıtlı olarak bulanıklaştırılmıştır. Onların hikâyeleri, gündelik anlatının güven verici kesinliklerinde değil; zamanın, hafızanın ve algının birbirine karıştığı bir ara bölgede geçer. Bu bulanıklık yalnızca biçimsel değildir — insan bilincindeki daha derin bir kırılmayı, yani felaket sonrasında gerçekliğin parçalanmasını yansıtır.

Bu sabit algının çöküşü, Czesław Miłosz’un Tutsak Zihin adlı eserinde yaptığı tespitle örtüşür. Miłosz, totaliter rejimler altında yaşayan entelektüellerin “yalanlar ve samimiyetsizlikle dolu dünyalarda” var olmaya alıştıklarını, sonunda da zihnin bu çarpıklığın esiri haline geldiğini söyler. İnsan, çevresini saran yalanları içselleştirerek gerçeklikle olan bağını kaybeder. Zihin artık fiziksel zincirlerle değil, bozulmuş algıyla tutsaktır. Bu durumda kurmaca ve rüya, yalnızca sanatsal birer tercih olmaktan çıkar; gerçeğe artık güvenemeyenlerin dili haline gelir.

Ficowski ve Schulz, siyasal değil şiirsel bir düzlemde, aynı krize yanıt verirler. Onların düşsel imgeleri ve rüya mantığıyla örülmüş yapıları, Miłosz’un ve Theodor Adorno’nun felsefi olarak teşhis ettiği şeyi sanatsal biçimde dile getirir: travmanın ve ideolojinin şekillendirdiği bir dünyada özgünlüğün kaybı. Adorno, Holokost’tan söz etmenin tehlikeli olabileceğini çünkü tarifin acıyı istatistiklere indirgeme riski taşıdığını belirtir; fakat sessizlik de bir tür suç ortaklığıdır. Dolayısıyla savaş sonrası sanatçı, konuşması gereken ama dilin yetersiz olduğunu bilen o imkânsız konumda durur.

Hem Ficowski hem Schulz bu sessizliğin içinden yazar. Onların öyküleri, rüyalardan yapılmış anıtlara dönüşür: bozulmuş, simgesel, hayaletli. Geçmiş, karakterlerinin peşini bir gölge gibi bırakmaz — daima oradadır, ama asla tam olarak yüzleşilmez. Herkes “gölgeyi görür”, ama çok azı ondan bahsetmeye cesaret eder. Bu nedenle Ficowski ve Schulz’un rüya dünyaları kaçış değil; etik bir hatırlamanın mekânlarıdır — gerçekliğin kırıklarını hayal gücüyle aydınlatan alanlardır.

Gerçeğin kendisi kırıldıktan sonra insan nasıl yaşar, nasıl düşünür?

Bu soruya verdikleri örtük yanıt şudur: Sanat artık gerçekliği betimlememeli, onu enkazın içinden yeniden kurmalıdır.

Travma Sonrası Algı: Yapay Tavuk

Gerçeklik algısının çöktüğü bir dünyada, Ficowski ve Schulz düzeni geri getirmeye değil, travma geçirmiş bir zihnin dağılmış bakışını yeniden yaratmaya çalışır. Onların hikâyeleri travmayı doğrudan anlatmaz; bizzat onun ardından gelen bozulmayı yaşatır. Nesneler, bağlamlarından kopmuş şekilde tekrar tekrar belirir, anlamdan arınmış ama duygusal bir ağırlıkla yüklenmiştir. Dünya parçalanmıştır; fakat bu parçalar arasında bilinç, kaybettiği bir şeyi arar.

Travma yaşamış biri için sıradan nesneler artık eskisi gibi değildir. Onlar artık birer hatıra kalıntısı, unutulmuş ama hissedilen bir geçmişin izleridir. Bu yüzden Ficowski’nin hikâyelerinde nesneler abartılı bir önem kazanır — gerçekliğin denizinde duygusal birer çapa gibidirler. Belirli imgelerin tekrarı süs değildir; travmatik belleğin döngüsel yapısını taklit eder: zihin aynı detaya takılır, onu işleyemez, tekrar eder.

“Yapay Tavuk ya da Mezarcının Sevgilisi” adlı hikâyede bu durum açıkça görülür. Gerçek tüylerden yapılmış ama kendisi bir oyuncak olan yapay tavuk, doğal olanın yapay biçimde yeniden üretimidir — hem gerçek hem sahte, hem canlı hem ölü. Ficowski bu nesneye, hatta diğer karakterler de, orantısız bir dikkat gösterir. Önemsiz bir oyuncaktır ama hikâyenin merkezine oturur. Bu tavuk, taklit ve kaybın bir metaforudur — yıkılmış olanın yerine konulan bir yeniden üretim. Travma sonrası insanın yaşadığı dünya da böyledir: gerçekliğin kırık bir kopyası.

Yapay tavuk, nesnenin kendisinden çok dikkatin eylemiyle ilgilidir. Zedelenmiş bir bilinç, artık anlamını yitirmiş dünyada simgelere tutunur, anlam yaratmaya çalışır. Bu yüzden Ficowski ve Schulz’un sürrealizmi bir kaçış değil, kayıp bir dünyanın iç coğrafyasını ortaya çıkaran bir haritadır. Onların sanatı, dış dünyayı değil, yitimin iç yankısını gösterir.

Düşünceler, Nesneler, Hafıza ve Gerçeklik Arasında

Gerçeklik algısını yitiren bir insanın dünyasında, Ficowski ve Schulz bu bozulmuş bakışı yeniden kurarlar. Sıradan nesneler abartılı bir önem kazanır, bağlantısız yerlerde tekrar ortaya çıkar. Bu durum, travma sonrası zihnin kaybettiği anıları arayışına benzer. Travma gerçekliği istikrarsızlaştırdıkça, dikkat artık büyük olaylara değil, anlam kırıntılarına, tekrar eden parçalara yönelir.

Bu okuma yanlış bir yorum değildir; aksine, edebiyat eleştirisi ve travma kuramının temel yaklaşımlarıyla uyumludur. Tutarlı bir dünya yıkıldığında, nesneler hatırlamanın dayanak noktalarına dönüşür. Yapay tavuk artık yalnızca bir tuhaflık değil, hafızanın başarısızlığını ve yeniden inşanın imkânsızlığını taşıyan yapısal bir ögedir.

Sonuç

Ficowski ve Schulz bize yeniden kurulmuş bir gerçeklik değil, ifade edilmiş bir kırılma sunar. Onlar, sabit algısını yitirmiş bir zihnin dünyayı nasıl gördüğünü gösterirler: sıradan ayrıntılar ile mitik ağırlık, tekrar ile yokluk, nesne ile hafıza arasında sıkışmış bir bilinç. Onların sanatı travmayı açıklamaz — travmanın yankısında yaşar.

Hikâyelerinde karşımıza çıkan yapay tavuk, ayakkabı ya da köpek sadece birer sembol değildir; artık güvenilemeyen bir dünyanın yankılarıdır. Ve okuyucu, bu yankılara tanık olarak, hafızanın artık tutamadığını yeniden hatırlama çabasına katılır.

Sonunda sanat, artık gerçekliği tanımlayamaz. Sanat, kırılmış olan gerçekliği enkazdan yeniden kurmak zorundadır — çünkü bazı insanların gerçekliği, geri dönülmez biçimde parçalanmıştır.